ANLAM NEDİR? (DİL FELSEFESİ) | Filozoflardan Seçmeler


Kalem… Kalem, kalem, kalem, kalem, kalem, kalem, kalem, kalem, kalem, kalem, kalem, kalem, kalem… Kalem dendiğini ilk duyduğunuzda zihninizde kalem nesnesi canlanmıştı zaten. Ancak bu sese daha fazla maruz kaldıkça o özelliğini yitirmeye başladı. Pek çok filozof da bu konuyu yani sözcük, nesne ve anlam arasında nasıl bir ilişki olduğunu merak ederek üzerine çokça kafa yordu ve dil felsefesinin önemli sorularından biri haline getirdi. Peki kilit filozoflar “anlam”dan ne anladı? Gelin videonun devamında hep beraber öğrenelim.

(intro)

Gottlob Frege, bir kelimenin ya da ifadenin anlam ve gönderim olmak üzere iki bileşenden oluştuğunu söyler. Bu durumu da Venüs örneği ile açıklar. Halk arasında Akşam Yıldızı ve Sabah Yıldızı olarak bilinen iki yıldız vardır, ancak astronomik olarak bu ikisi aynı şeydir ve Venüs gezegenine karşılık gelir. Dolayısıyla Akşam Yıldızı dendiğinde de Sabah Yıldızı dendiğinde de burada ifade edilen nesne Venüs olduğu için Venüs buradaki gönderimdir. Her iki yıldızın gönderimi aynı olsa da anlamları birbirinden farklıdır ve biri sabah ufukta gözüken yıldızı, diğeri ise akşam ufukta gözüken yıldızı kasteder. Bunun yanında Frege’e göre anlam şu yollarla şekillenir: Bir kelime veya cümle, belirli bir kavramsal içeriğe sahiptir ve bu içerik, insanların kelimeyi nasıl anladığını belirler, Sabah ve Akşam Yıldızı örneğinde olduğu gibi. Bir de bilişsel perspektifle anlam oluşabilir. Aynı nesneyi ifade eden farklı kelimeler, farklı zihinsel temsillere yol açabilir. Örneğin, “2 + 2 = 4” ve “√16 = 4” matematiksel olarak aynı sonucu verse de, anlamları farklıdır.

Bertrand Russel, dilin doğrudan dünyadaki nesneleri yansıttığını ancak bu yansıtmanın her zaman açık olmadığını savunur. Ona göre anlam, önermelerin mantıksal yapısının analiz edilmesiyle ortaya çıkar. Örneğin, “Şu anki Fransa Kralı kel kafalıdır.” cümlesini ele alalım. Fransa’da şu an bir kral olmadığı için bu ifade görünüşte anlamlı gibi dursa da aslında anlam taşımaz. Russell’a göre böyle ifadeler, yüzeyde anlamlı gözükse de mantıksal olarak yanlış bir şekilde yapılandırılmıştır. Dolayısıyla bir önermenin anlamını belirlemek için doğrudan kelimelere bakmak yerine, mantıksal formunu analiz etmeliyiz. Russell aynı zamanda özel isimlerin ve belirli tanımlamaların nasıl anlam kazandığını açıklamak için tanımlama kuramını geliştirir. Russell’a göre, bazı kelimeler doğrudan referansa sahiptir. Örneğin, “Sokrates” kelimesi doğrudan belirli bir kişiye işaret eder. Ancak, birçok dilsel ifade doğrudan bir nesneye gönderme yapmaz, bu yüzden onları analiz etmemiz gerekir. Russell, tanımlamaları ikiye ayırır. Bunlardan biri belirli tanımlamalardır. “Şu anki Fransa Kralı” gibi ifadeler belirli bir nesneye işaret etmeyi amaçlar. Ancak, böyle bir nesne mevcut değilse bu ifade anlamsız hale gelir. Diğer bir tür ise belirsiz tanımlamalardır. “Bir öğrenci sınıfta uyuyor” gibi ifadeler, herhangi bir öğrenciye işaret edebilir ve dolayısıyla belirli bir anlam taşır. “Şu anki Fransa Kralı kel kafalıdır.” cümlesi belirli bir kişiyi işaret etmeye çalıştığı için sorunludur, çünkü böyle biri yoktur. “Bazı krallar kel kafalıdır.” cümlesi ise genelleme olduğu için mantıklı ve anlamlıdır. Kısacası eğer bir tanımlama belirli bir nesneye işaret etmiyorsa, cümle anlamsız hale gelir.

Dil felsefesinin en önemli isimlerinden biri olan Ludwig Wittgenstein’ın felsefesi ikiye ayrılır, erken dönem ve geç dönem. Wittgenstein’ın erken dönemdeki dil felsefesi için, Tractatus Logico-Philosophicus adlı eserine bakılır. Wittgenstein bu eserinde Resim Kuramı’nı ortaya koyar. Ona göre dil, dünyanın bir resmidir. Dünya ise olguların toplamıdır. Dil de bize bu olguları yansıtır. Mesela masa kahverengidir dediğimizde masa ile kahverengi arasındaki ilişkili bir olguyu temsil ederiz. Ancak bu ifadenin anlamlı olabilmesi için dünyada karşılık geldiği bir olgu olmalıdır. Yani gerçekten kahverengi bir masa varsa masa kahverengidir ifadesi anlamlıdır. Dünyada hiç kahverengi bir masa olmadığını düşünelim, masa kahverengidir ifadesi yanlıştır ancak yine de anlamlıdır çünkü kahverengi bir masanın varlığı mümkündür. Halbuki üç kenarlı bir kare anlamsızdır çünkü bir olguya karşılık gelmesi tüm zamanlar için imkansızdır. Bunun yanı sıra “zıbıcıddıt tarzavuc” ifadesi de anlamsızdır çünkü herhangi bir olguya karşılık gelmesi için söylenmemiş anlamsız bir ses öbeğinden ibarettir.

Wittgenstein’ın geç döneminde ise dile dair görüşleri bir kırılma yaşar. Felsefi Soruşturmalar kitabında Wittgenstein, anlamı Tractatus’taki kadar kalıp halde olgusal anlamda ele almayıp üzerine bulanıklaşmayı sağlayan eklemeler de yapar. Ona göre dilin kullanımı ve bağlamı anlamı tamamen değiştirebilir. Bir ifade onun ne için kullanıldığına bağlı olarak farklı anlamlar kazanır. Mesela biri size “Ateş!” diye bağırdı diyelim. Eğer bir kamp ateşinin başındaysanız bunun anlamı “Ateş sönüyor, odun at” olabilir. Eğer bir savaştaysanız ve bağıran kişi komutanınızsa bunun anlamı “Saldır!” demektir. Eğer bir binanın içerisindeyseniz çıkan yangına karşı bir uyarı anlamı taşıyor olabilir. Bunun yanı sıra Wittgenstein, bazı kelimelerin kesin sınırlarla belirlenmiş anlamları olmadığını fark eder ve bunun yerine aile benzerlikleri kavramını geliştirir. Mesela, “oyun” kelimesini düşünelim. Satranç, futbol, kumar ve çocukların oynadığı saklambaç oyunu arasında tek ve kesin bir ortak özellik yoktur. Ancak hepsi belirli yönlerden birbirine benzediği için “oyun” olarak adlandırılır. Bu, kelimelerin anlamının katı tanımlarla değil, esnek kullanım kalıplarıyla belirlendiğini gösterir. Böylece Wittgenstein geç döneminde, anlamın tek bir sabit formüle indirgenemeyeceğini, dilin insanların hayatlarında oynadığı farklı roller çerçevesinde oluştuğunu ileri sürer.

Willard Van Orman Quine ise Anlamın Göreliliği ve Anlamın Toptancı Doğası teorilerini ortaya atmıştır. Quine, anlamın belirlenemez olduğunu göstermek için “Radikal Çeviri Problemi” adı verilen bir düşünce deneyi öne sürmüştür. Bir dilbilimcinin, tamamen yabancı bir dili (hiçbir ortak bağlamı olmayan) öğrenmeye çalıştığını hayal edelim. Bu dilde “gavagai” kelimesi kullanılıyor. Dilbilimci, bu yerlilerin “gavagai” dediğini duyduğunda, önlerinde bir tavşan olduğunu görüyor. “Gavagai” gerçekten “tavşan” mı demek? Yoksa “tavşanın bir parçası” (örneğin kuyruğu) mı? Ya da “tavşanın ruhu” gibi kültürel bir kavram mı? Buradaki temel problem şudur: Bağlamdan bağımsız olarak, bir kelimenin tam olarak ne anlama geldiğini belirlemek imkansızdır. Çeviri yaparken, her zaman birden fazla geçerli alternatif olabilir ve hiçbir nesnel kriter, bunlardan yalnızca birinin doğru olduğunu gösteremez. Yani herhangi bir dili tam anlamıyla başka bir dile çevirmek mümkün değildir, çünkü anlam belirli ve sabit değildir. Quine, anlamın bireysel kelimeler veya cümleler üzerinden değil, tüm dil sistemi içinde şekillendiğini savunur. Anlam, tek tek kelimelerden değil, tüm inançlarımız ve bilgimizle ilişkili olarak ortaya çıkar. Yani, tek bir cümlenin anlamını belirlemek istiyorsak, o cümleyi diğer cümlelerimizle birlikte ele almalıyız. Quine, geleneksel anlam kavramlarını metafiziksel ve gereksiz olmakla suçlar; ona göre dilin anlamı tamamen kullanım ve deneyimlerden doğar. Nasıl ki bilimsel teoriler gözlemlerle değişebilir, dildeki anlamlar da zamanla değişebilir.

Hilary Putnam, anlamın doğasını açıklamak için anlamsal dışsallık teorisini geliştirmiştir. Ona göre, anlam bireyin zihninde tamamen oluşmaz; dış dünyadaki fiziksel ve toplumsal faktörler de anlamın belirlenmesinde kritik rol oynar. Ona göre anlam kafada değildir. Bunu göstermek için İkiz Dünya dediği bir düşünce deneyini öne sürer. Diyelim ki Dünya’ya tıpatıp benzeyen bir gezegen var: İkiz Dünya. Bu gezegende Dünya’daki su (H₂O) ile tamamen aynı görünen, insanların içtiği, tadının su gibi olduğu, ancak kimyasal bileşimi farklı olan (örneğin XYZ) bir sıvı var. Ve ilginç bir şekilde bu gezegende yaşayan insanlar da bizim gibi bu sıvıya “su” diyor. Peki, Dünya’daki bir kişi ve İkiz Dünya’daki bir kişinin “su” kelimesinin anlamı aynı mıdır? Putnam’a göre hayır! Dünya’daki insanlar “su” dediğinde, gerçekten H₂O’yu kastediyorlar. İkiz Dünya’daki insanlar “su” dediğinde, XYZ’yi kastediyorlar. İki grup insanın zihnindeki düşünceler aynı olabilir, ancak dış dünyadaki referansları farklı olduğu için kelimenin anlamı da farklıdır. Dolayısıyla anlam sadece zihinsel temsillerden değil, dış dünyadaki fiziksel gerçeklikten de etkilenir. Putnam aynı zamanda anlamın bireysel zihinlerde değil, toplum içindeki uzmanlar ve bilimsel topluluklar tarafından belirlendiğini savunur. Örneğin eski insanlar altını parlak sarı bir metal olarak biliyorlardı. Ancak onun gerçekte Au (altın atomları) olduğunu bilmiyorlardı. Bir köylü ve bir kimyager “altın” kelimesini kullanabilir, ama köylü için altın sadece sarı bir metalken, kimyager altının anlamını bilimsel bilgiye dayanarak tanımlar. Yani bireyler, anlamları tamamen kendi başlarına oluşturmazlar; anlam, toplum içindeki bilgi paylaşımına dayanır.

İşte bazı kilit filozoflar “anlam”dan bunları anlamıştır. Böylece bir videomuzun daha sonuna gelmiş olduk. Videolarımızdan haberdar olmak için abone olmayı ve bizlere destek olmak için abone olmayı unutmayın.

Exit mobile version