Uranyum, tellür ve selenyum… Bu seferki bölümde bu üç elementi beraber konu almamızın sebebi, bölümün isminden de anlayacağınız üzere elementlerimizin isimlerinin uzayla ve de özellikle gök cisimleriyle doğrudan bağlantılı olmaları. Ancak bu seferki konumuzu elementlerin fazlalığı sebebiyle 3 bölümde anlatıyoruz. Peki, bu bölümde ele alacağımız üç element ne zaman keşfedildi? Bu elementlerin hangi gök cisimleriyle ilişkisi vardı? Elementlerimizin keşfi sırasında ne gibi olaylar yaşandı? Elementlerin Hikâyesi 12. Bölüm başlıyor…
(intro)
Antik dönemlerde insanlar gökyüzüne baktığında tüm yıldızların beraberce hareket ettiğini ancak 7 göksel cisimin bu yıldızlardan bağımsız olarak gezdiğini fark ettiler. Bu gezen gezegenler Güneş, Ay, Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn’dü. Aynı zamanda insanlık o zamanlar sadece 7 metalden haberdardı. Bu sayının bir tesadüf olamayacağını düşünerek metaller ve gezegenleri ilişkilendirmeye başladılar. Böylece altın Güneş’le, gümüş Ay’la, cıva Merkür’le, bakır Venüs’le, demir Mars’la, kalay Jüpiter’le ve kurşun Satürn ile anılır oldu. Bu kullanım uzun yıllar devam etse de yeni metaller tespit edilmeye başlandı. Yine de 7 gezegenle 7 metalin ilişkili olduğuna duyulan inanç bir süre daha bu yeni metallerin göz ardı edilmesine sebep oldu. Ancak yeni keşfedilen metallerin sayısı katlanarak artıyordu ve platinin de keşfiyle beraber simyacılar teslim bayrağını çektiler. Hatta bir dönem platini sekizinci metal olarak isimlendirdiler. Her ne kadar artık metal ve gezegen ilişkisinin bir hurafe olduğu anlaşılsa da 1781’de yeni bir ufuk açacak bir gelişme yaşandı. Anlaşılan o ki yediyle sınırlı olmayan tek şey metaller değildi. Satürn’ün ötelerinde yeni bir gezegen keşfedilmişti. Antik mitolojide Satürn gezegeni Jüpiter isimli tanrının babası olan Satürn’den ismini aldığı gibi Satürn’ün babası olan Uranüs’ün ismi de yeni bulunan bu sekizinci gezegene verildi. Tüm bu olaylardan 8 yıl sonra yani 1789’da Martin Henry Klaproth, Berlin’deki deney laboratuvarında çalışırken peşblendi nitrik asit içinde çözerek ve çözeltiyi sodyum hidroksit ile nötrleştirerek sarı bir bileşiği yani muhtemelen sodyum diuranatı çökeltmeyi başardı. Klaproth bu sarı bileşiğin henüz keşfedilmemiş bir elementin oksidi olabileceğini varsaydı ve onu kömürle ısıtarak siyah bir toz elde etti. Bunun yeni keşfedilmiş bir element olduğunu düşünse de aslında yanılıyordu çünkü elementi izole etmeyi başaramamıştı, elindeki numune uranyumun oksidiydi. Yine de elementi izole ettiğini düşünerek ona bir isim vermek istedi ve 8 yıl önce keşfedilen Uranüs gezegeninden yola çıkıp metalleri gezegenlerle ilişkilendirme adetine uyarak bu yeni metalini uranyum olarak adlandırdı. 1841’de Paris’teki Ulusal Sanat ve Meslekler Konservatuvarında analitik kimya profesörü olan Eugène-Melchior Péligot uranyum tetraklorürü potasyum ile ısıtarak ilk uranyum metal örneğini izole etti. Bu element ileride büyük bir çığır açacak 1896’daysa Henri Becquerel, uranyum üzerine yaptığı çalışmalarla radyoaktiviteyi keşfederek yeni bir dönem başlatacaktı. Böylece gökyüzünde gördüğümüz Uranüs’ün gölgesi periyodik tabloya uranyum adıyla düşmüştü.
İsmini uzaydan alan bir diğer elementimiz ise tellür elementiydi. Tellür 18. yüzyılda günümüzde Romanya’da bulunan Zlatna kasabasındaki madenlerde bir altın cevherinin içinde keşfedilmişti. Bu cevher o zamanlarda Faczebajalı beyaz yapraklı altın cevheri, molibdik gümüş yahut antimonik altın piriti isimleriyle bilinmekteydi. 1782 yılında, o zamanlar Transilvanya’daki Avusturya madenlerinin baş müfettişi olarak görev yapan Franz-Joseph Müller von Reichenstein, cevherin antimon içermediği, daha çok bizmut sülfür olduğu sonucuna vardı. Ertesi yıl ise bu çıkarımının hatalı olduğunu ve cevherin çoğunlukla altın ve antimona çok benzeyen ancak ne olduğu bilinmeyen bir metal içerdiğini bildirdi. Üç yıl süren ve elliden fazla testi içeren kapsamlı bir araştırmanın ardından Müller, mineralin özgül ağırlığını belirledi ve yeni metalin ısıtıldığında turp benzeri bir kokuya sahip beyaz bir duman çıkardığını, sülfürik aside kırmızı renk verdiğini ve bu çözelti suyla seyreltildiğinde siyah bir çökelti oluşturduğunu kaydetti. Ancak antimon için öngörülen özellikleri göstermediği için bu metali tanımlayamadı ve ona aurum paradoxum yani paradoksal altın ve metallum problemum yani sorunlu metal adlarını verdi. 1789’da Macar bir bilim adamı olan Pál Kitaibel, elementi bağımsız olarak Deutsch-Pilsen’den gelen ve gümüşi molibdenit olarak kabul edilen bir cevherde keşfetti, ancak yine de kâşiflik unvanını Müller’e verdi. Elemente ismini veren kişi ise 1798 yılında, onu daha önce kalaverit mineralinden izole eden Martin Heinrich Klaproth idi. Evet, uranyuma da ismini veren Klaproth idi bu. Kendisi zaten yeni keşfedilen Uranüs’ün ismini başka bir elementte kullanarak gezegen serisini tamamlamış ve hakkını kaybetmişti. Ancak bir şey fark etti, gezegen-metal eşleştirmeleri Güneş değil Dünya merkezli model zamanında yapılmıştı. Yani sonradan kendisinin de bir gezegen olduğu ortaya çıkan Dünya’nın ismi kullanılarak hâlâ bir element adlandırılmamıştı. Bunun üzerine Klaproth, geleneğini bozmayarak bu elemente Latincede Dünya ve Dünya’nın Tanrısı için kullanılan Tellus isminden türeterek Tellür adını verdi. Böylece bir element daha periyodik tablodaki yerini almış oldu.
Bu bölüme konu aldığımız son elementimiz ise selenyum. Selenyumun ismiyse tellürden ilham alınarak verilmiş. Hikayesi ise şöyle: Jöns Jacob Berzelius ve Johan Gottlieb Gahn’ın İsveç’in Gripsholm şehri yakınında, kurşun odası işlemiyle sülfürik asit üreten bir kimya fabrikası vardı. Bir gün sülfirik asit üretebilmek için Falun Madeninden alınan pirit örnekleri beklenmedik bir sonuç ortaya çıkardı. Bu örnekler kurşun odalarında arsenik bileşiği olduğu varsayılan kırmızı bir katı çökelti üretti ve bu nedenle piritin asit yapmak için kullanılması durduruldu. Pirit kullanmak isteyen Berzelius ve Gahn, kırmızı çökeltinin yakıldığında yaban turpu kokusuna benzer bir koku yaydığını gözlemlediler. Bu koku şüphelenilenin aksine arsenik bileşiklerinde gözlenen bir durum değildi, daha çok tellür bileşiklerini andırıyordu. Bu yüzden Berzelius, Alexander Marcet’e yazdığı ilk mektupta buldukları şeyin bir tellür bileşiği olduğunu söyledi. Ancak daha önce Falun Madenlerinde hiç tellüre rastlanmamış olması Berzelius’u bu kırmızı bileşiği yeniden analiz etmeye yönlendirdi. 1818’de Alexander Marcet’e ikinci bir mektup yazan Berzelius bu sefer buldukları maddenin kükürt ve tellüre benzeyen yeni bir element olduğunu bildirdi. Elementin tellüre olan benzerliğinden dolayı da ona Dünya-Ay benzetmesinden hareketle Yunancada ay anlamına gelen selene kelimesinden türeterek selenyum adını verdi.
İşte bu ismini uzaydaki gök cisimlerinden alan uranyum, tellür ve selenyumun hikayesidir. Böylece 12. bölümün de sonuna gelmiş olduk. Bir sonraki bölümde görüşmek üzere.
0 Yorum