ELEMENTLERİN HİKÂYESİ | BÖLÜM 4: “SİMYANIN MİRASI II” (Sn, Sb, Au, Hg, Pb)

7 dk


Kalay, antimon, altın, cıva ve kurşun… Bir önceki bölümde de söylediğimiz gibi bu bölümde kimyaya simya döneminden miras kalan 9 elementten son 5 elementi konu alıyoruz. Peki, bu bölümde ele alacağımız 5 element ne zaman keşfedildi? Türkçe, Latince ve İngilizce gibi dillerde nasıl isimlendirildi? Simya döneminde bu elementlere dair nasıl gelişmeler yaşandı? Elementlerin Hikayesi 4. Bölüm başlıyor…

(intro)

            MÖ 3000 yıllarıydı… İnsanlığı 2 bin yıldır yaşadığı Bakır Çağı’ndan çıkarıp Tunç Çağı’na ulaştıracak yeni bir keşif yapılmıştı, yani kalay madenini bakır madeniyle alaşımlamanın keşfi. Önceki bölümde de anlattığımız gibi bakır yumuşak bir metaldi. Evet, bu durum işlenmesini kolaylaştırsa da yapılan eşyanın dayanıklılığını olumsuz etkiliyordu. İnsanlar, keşfettikleri kalay madenini bakırla beraber ergitip alaşımlayarak daha dayanıklı olan bronzu keşfetti ve böylece Tarih Öncesi Dönem’de yeni bir çağ başlamış oldu. Ancak kalayın tek getirisi bakırla alaşımlanması değil aynı zamanda kaplama malzemesi olarak kullanılmasıydı. Romalı filozof ve yazar Gaius Plinius Secundus, kalaylama işleminin ilk defa bakır eşyaları gümüş gibi göstermek için kalay solüsyonunda kaynatan Galyalı Bituriges kabilesi tarafından kullanıldığını yazar. Sonraki zamanlardaysa aslında bu yöntemin korozyonu önlediği fark edildi. Bakır metali kalay metaline göre paslanmaya daha yatkındır. Bakır bir kap oksijenle temas ettiğinde bir süre sonra paslanmaya ve içine konan gıda maddelerine zarar vermeye başlar. Bu yüzden eski zamanlardan beri bakır kap kacağın yüzeyi ince bir kalay katmanıyla belli aralıklarla kaplanmaktadır. Hem bakırın oksijenle teması kesilir hem de oksitlenmeye yatkınlığı düşük olan kalay uzun süre gıdalara zarar vermez. Türkçedeki kalay isimlendirmesinin kökeni tam olarak açık değildir. Ancak en kabul edilir iddiaya göre Arapçadan dilimize geçen bu kelime, Kalay kurşunu anlamına gelen raṣāṣu’l-ḳalāˁī (رصاص القلاعي) tamlamasından gelir. Bu tamlamadaki Kalay da aslında günümüzdeki Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’un isminden gelir. Kuala “kalay” şeklinde kullanılarak raṣāṣu’l-ḳalāˁī (رصاص القلاعي) tamlaması oluşturulmuş, zamanla bunun kısa hali olan kalay ismi yaygınlaşmış ve Türkçeye de bu şekilde geçmiştir. İngilizcede “tin” şeklinde isimlendirilen kalay elementinin İngilizce etimolojisi de pek açık değildir. Proto-Cermencedeki “tinom” kelimesinden geldiği tespit edilebilse de bu kelimenin hangi dilden geldiği veya nasıl türetildiği bilinmemektedir. Latincede kullanılan stannum ismiyse Proto-Keltçedeki stagnos kelimesinden gelmektedir. Bu kelimenin de Proto-Hint Avrupa dilindeki “ayakta, sağlam” anlamlarına gelen “sth₂gʰ-nó-s” sözcüğünden geldiği düşünülür. Periyodik tabloda Sn sembolüyle gösterilen elemente Latincedeki stannum isminden türetilerek sembol verilmiştir.

            Simya döneminden kalan bir diğer element de antimondur. Antimon ve kalayın keşfi nispeten yakın zamanlarda olmuştur. Ayrıca bronz yapmak için kalay yerine antimon da alaşımlanabilmektedir. Tarihte karşımıza antimonlu bir bileşik ilk defa MÖ 3100 yıllarında hanedan öncesi dönem Mısırı’nda çıkmıştır. Antimon trisülfür, bu tarihte Mısır’da bir göz kozmetiği olan kohl olarak tanınmıştır. Mısırlıların gözlerine çektikleri o siyah renkli sürme aslında toz halindeki antimon trisülfürdür. Aynı zamanda MÖ 3000 yıllarına tarihlenen, Irak’ta bulunmuş ve bir vazo parçası olduğu düşünülen antimondan yapılmış bir eser de bulunmuştur. Ancak antimonun saf bir şekilde nasıl elde edilebileceği ilk defa 815 yılından öncelerde Cabir bin Hayyan tarif edilmiştir. Daha sonraları 14 ve 15. yüzyıllarda Avrupa’da da antimonun izolasyonuyla ilgili prosedürler içeren çalışmalar yayımlanmıştır. Metal antimon 1615 yılında Alman kimyager Andreas Libavius tarafından erimiş antimon sülfür, tuz ve potasyum tartarat karışımına demir ilave edilerek elde edildi. Bu prosedür kristalli veya yıldızlı bir yüzeye sahip antimon üretti. Filojiston kuramının açıklayamadığı durumların ortaya çıkmasıyla antimonun, diğer metaller gibi sülfitler, oksitler ve diğer bileşikleri oluşturan bir element olduğu kabul edildi. Yer kabuğunda doğal olarak oluşan saf antimonun ilk keşfi 1783’te İsveçli bilim adamı ve yerel maden bölgesi mühendisi Anton von Swab tarafından tanımlandı. Bu elementin kabul gören iki ayrı isimlendirmesi var. Birisi antimon, diğeriyse stibium. Antimon isimlendirmesinin kökeni tam olarak açık değil ancak iki iddia üzerinde duruluyor. Birisi antimonun Yunanca antimonos tamlamasından geldiği iddiası. Bu iddiaya göre antimon, olumsuzluk eki olan anti ile “bir, tek” anlamlarına gelen mono kelimesi kullanılarak türetilmiştir, yani tek olmayan anlamında. Ki burada kastedilen antimonun doğada hiçbir zaman tek başına saf bir şekilde bulunamamasıdır. Diğer iddia da bu durumla alakalı aslında. Öyle ki antimon aslında Yunanca ἀντίμοναχός (anti-monakhos) kelimesinden gelmektedir. Buradaki monakhos keşiş anlamındadır. Çünkü simya döneminde Avrupa genelinde bu alanla uğraşanlar keşişlerdi ve bu keşişler antimonu inceledikleri sırada ölüyorlardı. Antimon tek başına bulunmuyordu ve keşişlerin inceledikleri madde aslında arsenik ve antimon karışımıydı. Ki arseniğin ne kadar zehirli bir element olduğunu hepiniz bilirsiniz. Bu yüzden de bu elemente (keşiş karşıtı, keşiş öldüren) anlamındaki anti-monakhos tamlamasından türetilerek antimon denmişti. Arapçadaysa bu elemente ismid (إثمد) denmektedir. Günümüzde ismid sürmeleri halen satılmakta ve kullanılmaktadır. Arapçadaki ismid adlandırmasıyla antimonun diğer kabul gören ismi olan stibium aslında eş kökenlidir. Her ikisi de Antik Arapça yahut Antik Mısır dilindeki anlamı bilinmeyen stm kökünden türemiştir. Element sembolleri üzerine çalışma yayınlayan Jöns Jacob Berzelius bu elemente çalışmasında “stibium” isimlendirmesini kullanarak Sb sembolünü kullanmıştır.

            Simya döneminin miraslarından en meşhuru ise altındır. Ki zaten simyanın amacı da değersiz metalleri altına çevirmektir. Altının eşya olarak ilk defa kullanılması MÖ 5. binyılda günümüz Bulgaristan sınırları içerisinde kayda geçmiştir. Bulgaristan’ın çeşitli bölgelerindeki hazine kazılarında bu döneme tarihlenen altın takılar ve boncuklar bulunmuştur. Altın eserler muhtemelen Eski Mısır’da hanedan öncesi dönemin en başında, MÖ 5. binyılın sonunda ve 4. binyılın başında yaygınlaşmaya başladı ve eritme yöntemleri 4. binyıl boyunca geliştirildi; Aşağı Mezopotamya’da 4. binyılın başlarına tarihlenen altın eserler görüldü. Türkler bu elementi “renkli, alaca” anlamlarına gelen “al” kelimesinden türeterek altun olarak isimlendirdi ve bu da günümüzde altın halini aldı. Modern İngilizler bu elemente gold ismini kullanmakta. Bu isim Proto-Hint Avrupa dilindeki parlamak anlamına gelen “ghel-” köküne kadar takip edilebilmekte. Aynı zamanda Eski İngilizcede geolu olarak kullanılan gold isminden tam da bu zamanlarda sarı renk için kullanılmak üzere geoluw olarak yeni bir kelime türetilmiş ve bu da yellow halini almıştır. Latincedeyse altın metalinin ismi aurum olarak geçmekte. Proto-Hint Avrupa dilinde *h2ews- şeklinde telaffuz edilen ve şafak, doğu anlamına gelen bir kelime vardı. Bu kelime Latinceye önce ausum, sonra aurum olarak geçti. Başlarda asıl anlamı olan şafaktan pek uzaklaşmayıp parlamak anlamında kullanıldı. Sonra anlam genişledi ve şafak, parlak ve altın kelimelerini karşılar oldu. Periyodik tabloda gördüğümüz Au sembolü de elementin Latince ismi olan “aurum” kelimesinden gelmekte.

            Bu bölümde konu alacağımız 4. elementimiz ise cıva elementi. Cıva, oda sıcaklığında sıvı halde bulunabilen tek metal olmasıyla tarih boyunca dikkat çekti ve hâlâ da dikkat çekiyor. Cıva içerikli bir bileşik insanlık tarafından ilk defa 30 bin yıl önce İspanya ve Fransa’daki mağara resimlerinde kullanıldı. Bu bileşik zincifre mineralinden elde edilen cıva sülfit maddesiydi. Bu madde vermilyon adı verilen parlak bir kırmızı renkteydi ve mağara resimlerinde boya maddesi olarak kullanılmıştı. Elementel cıva ise takriben MÖ 1500’lü yıllarda cıva sülfitin ısıtılmasıyla elde edilmişti. Cıva tarih boyunca hem ilginç fiziksel özellikleri hem de altını çözmesi sebebiyle yoğun ilgi gördü. Bu elementin Türkçedeki ismi Farsçadan alındı. Farsça jīve (ژيوه) kelimesi Orta Farsçadaki yine cıva anlamına gelen jīvak kelimesinden gelmekte. Bu sözcük de Eski Farsçadaki “jīva-” yani “canlı olmak” fiilinden türetilmiştir. Bu fiil de Proto-Hint Avrupa dilindeki aynı anlama gelen “gʷeyh-” kökünden gelmektedir. Aynı zamanda Proto-Hint Avrupa dilinde yaşamak anlamına gelen “gʷih₃wós” kelimesi de bu kökten türetilmiş, bu kelime Proto-Cermenceye “kwikwaz” olarak geçmiş, bu sözcük de Proto-Batı Cermencede “kwik(k)w” olarak kullanışmış, bu da Eski İngilizceye “cwic” olarak geçmiş, bu kelime de Modern İngilizcede quick olarak kullanılmıştır. Cıvanın İngilizcedeki isimlendirmesi de canlı anlamına gelen quick ve gümüş anlamına gelen silver kelimelerinin birleşimiyle türetilmiştir. Bu elementin ismi Yunancada su gümüş anlamına gelen “hydrárgyros” olarak kullanılmış, bu da Latinceye hydrargyrum olarak geçmiştir. Elementlerin sembolleri belirlenirken de cıva için Latincedeki adı olan hydrargyrum kabul edilip Hg sembolü verilmiştir.

            Gelelim bu bölümün son elementi olan kurşun elementine. Anadolu’daki kazılarda bulunan ve MÖ 7000-6500 yıllarına tarihlenen metalik kurşun boncuklar metal eritmenin ilk örneğini temsil ediyor olabilir. O zamanlar kurşun, yumuşaklığı ve donuk görünümü nedeniyle çok az uygulama alanına sahipti. İlerleyen binyıllarda insanlar kurşunu işlemeye de başladılar. Eski Mısırlılar, kurşun minerallerini kozmetikte ilk kullananlardı, bu uygulama Antik Yunanistan’a ve ötesine yayıldı. Mısırlılar aynı zamanda kurşunu balık ağlarındaki olta kurşunu, sır, emaye, cam katkısı ve süs eşyası olarak kullandı. Mezopotamya’nın çeşitli uygarlıkları kurşunu yazı malzemesi, madeni para ve inşaat malzemesi olarak kullandı. Tarihin her aşamasında kurşun özellikle inşaatlarda önemli bir malzeme olmaya devam etti. Eski Türkler bu maddeye kuruğjın demişlerdir. Kuru, büzülmüş, çekilmiş anlamlarına gelen “kuruğ” kelimesine gökşin ve sarışın gibi “-şın” eki getirilerek türetilebilmiş olabileceği düşünülmektedir. Diğer bir iddiaysa bu kelimenin Moğolcadan alındığı şeklindedir. Kurşunun İngilizcedeki adıysa “lead” şeklindedir. Bu da Proto-Batı Cermencedeki aynı anlamlı “laud” kelimesinden, o da Proto-Keltçedeki aynı anlamlı “ɸloudom” kelimesinden gelmektedir. Bu kelime de Proto-Hint Avrupa dilindeki “akmak” anlamına gelen “plewd-” fiilinden türetilmiştir. Aynı fiilden türeyen plumbum kelimesi de Latincede kurşun metali için kullanılmıştır. Kurşunun simgesi olan Pb de elementin Latincedeki ismi olan “plumbum”dan gelmektedir.

            İşte bu; simyanın mirası kalay, antimon, altın, cıva ve kurşunun hikâyesidir. Böylece dördüncü bölümün de sonuna gelmiş olduk. Bir sonraki bölümde görüşmek üzere!


Sizin Tepkiniz Nedir?

Üzgün Üzgün
8
Üzgün
Kızgın Kızgın
6
Kızgın
Hahaha Hahaha
5
Hahaha
Beğendim Beğendim
4
Beğendim
İnanılmaz İnanılmaz
2
İnanılmaz
Sevdim Sevdim
1
Sevdim
Beğenmedim Beğenmedim
13
Beğenmedim
AHALİ

0 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Yazı Formatı Seçiniz
Serbest Yazı
Yazılarınıza Görseller Bağlantılar Ekleyebilirsiniz
Video
Youtube and Vimeo Embeds