Tarihte beyin üzerine yapılan araştırmaların çağlar değişse de sonu gelmedi. Birkaç yüzyıl süren karanlık bir dönemin ardından 11, 12, 13 ve sonrası yüzyıllarda meraklı sorular sorulmaya devam ediyordu ve ilk kez zihin ve bedenin nasıl etkileşime girdiği sorusuna cevaplar aranıyor çalışmalar yapılıyordu. Peki hangi filozoflar hangi hekimler nasıl bulgulara ulaşmıştı? Antik dönemin bulguları bu yeni döneme nasıl yansımıştı? Gelin hep birlikte Orta Çağ dünyasında nörobilimin serüvenine doğru bir yolculuğa çıkalım.
(intro)
Bu serimizin bir önceki videosu olan Antik Dönem’de Nörobilimin Serüveni’nde Mısır, Yunan ve Roma tıbbı üzerinde durmuştuk. Henüz o videoyu izlememişseniz kartlarda çıkan bağlantıya tıklayarak videoya ulaşabilirsiniz. O videoda geçen dönem milattan öncesine tekabül etmekteydi. Ne yazık ki uzun bir dönem nörobilim alanında büyük bir gelişme yaşanmadı. Bu uzun fetret döneminin ardından Orta Çağ’da İslam etkisiyle beraber nörobilim alanında çalışmalar yeniden ortaya çıkmaya başlamıştı.
Türk İslam bilgini olan İbni Sina 980 yılında dünyaya geldi en büyük tıp araştırmacılarından biri oldu. 40 üzerinde eser kaleme aldı ve bilginler tarafından modern tıbbın kurucusu olarak kabul edildi. Ayrıca uykusuzluk, mani, halüsinasyonlar, kabuslar, demans, epilepsi, felç, vertigo, melankoli ve titreme gibi beyin disfonksiyonuna bağlı hastalıkları inceleyip açıklamaya çalışmıştır.
İbni Sina yaptığı tıp araştırmalarıyla Müfrit adını verdiği, ajitasyon, davranış ve uyku bozuklukları, sorulara uygunsuz yanıtlar verme ve ara sıra konuşamama ile karakterize edilen şizofreniye benzer bir durum keşfetti. Keşifleri bugün davranış biliminin araştırdığı konular arasında olup psikoanalitik bilimiyle zenginleşerek yaşadığımız yüzyılda keşiflerini sürdüren konu başlıkları arasındadır.
İbn Sina basitçe kurtçuk ya da günümüz terminolojisiyle kısaca vermis adı verilen serebellar vermisi tanımladı, duygu durumunu düzenleyen beynin ödül-motivasyon davranışıyla bağlantılı hormonu olan dopamini üreten motor bölgeleriyle bağlantılı limbik sistemin içindeki kaudat çekirdeğinin var olduğunu ortaya koyan ilk isim oldu. Tarihte ilk kez nöroanatomik keşifler yapan kişi oldu. Aynı zamanda İbni Sina zihinsel eksiklikleri beynin orta ventrikülü veya ön lobundaki eksikliklerle ilişkilendirebildi. Bugün gelişen beyin araştırma teknolojileriyle keşfedilen beynin ön lobu frontal korteks ve profrontal lob becerilerinin İbni Sina’nın söyledikleriyle örtüştüğünü görürüz.
Orta Çağ Müslüman dünyasında faaliyet gösteren Zehravi, İbn Rüşd ve Musa bin Meymun da beyinle ilgili bir takım tıbbi sorunları tanımladılar. İbn Rüşd tıp alanında yeni bir inme teorisi önerdi ve Parkinson hastalığının belirti ve semptomlarını ilk kez tanımladı. Aynı zamanda retinanın gözün ışığı algılamaktan sorumlu kısmı olduğunu tanımlayan ilk kişi olma ihtimali de yüksektir. Latince’ye çevrilen ve Colliget olarak bilinen Al-Kulliyat fi al-Tibb adlı tıp kitabı, yüzyıllar boyunca Avrupa’da ders kitabı haline geldi.
İbn Rüşd, Aristotelesçiliğin güçlü bir savunucusuydu; Aristoteles’in orijinal öğretileri olarak kabul ettiği şeyleri yeniden canlandırmaya çalıştı, Farabi ve İbn Sina gibi daha önceki Müslüman düşünürlerin Neo-Platoncu yani tüm gerçekliğin tek bir ilkeden, “Bir”den türetilebileceği doktrini eğilimlerine karşı çıktı. Felsefenin İslam’da caiz olduğunu ve hatta bazı seçkinler arasında zorunlu olduğunu savundu. Ayrıca, akıl ve felsefenin ulaştığı sonuçlarla çelişiyor gibi görünüyorsa, kutsal metinlerin alegorik olarak yorumlanması gerektiğini savundu.
Yine Orta Çağ’da Endülüs’te Ebu’l-Kâsım ez-Zehrâvî, “et-Tasrîf limen Aceze an’t-Teâlîf” adlı eseri ile gerek İslâm dünyasında ve gerekse de Batı’da cerrahinin gelişmesinde önemli rol oynamıştır. İlk resimli cerrahi risalesi olan bu eserin İlk bölümü beyin damarları üzerine çalışarak inme tedavisinde dağlama ile ilgili önerileri içerdiğini görüyoruz.
İslam coğrafyasında felsefe ve tıp konularında bilginler çalışmalarını 12 ve 13. yüzyıllarda literatüre kazandırırken Orta Çağ Avrupa’sında araştırmalar doğuyu keşfetmekle başladı. Doğu’dan Batı’ya savaşlar ve toprak zaferleri ile aktarılan kültür ve medeniyet Batı’ya ulaştı ve batının ilgi odağı oldu. Batı’nın Doğu’yla karşılaşması olayları yine Avrupalı Hristiyanların düzenlediği Haçlı Seferlerinin yapılmasıyla da hacıların kutsal topraklarda karşılaştıklarını kendi yurtlarına aksettirmeleri sayesinde aydınlanma ve bilimsel gelişimin önü açılmasıyla olmuştur. Bu temasın diğer bir boyutu ise; Haçlı seferlerine katılanların Ortadoğu’da gördükleri veya edindikleri bilgi ve becerileri Avrupa’ya taşımaları olarak görülür. Batı’nın Doğu’ya olan bu merakının sanat dünyasında nasıl bir iz bıraktığını Oryantalizm adlı videomuzda ele almıştık, dilerseniz kartlarda çıkan bağlantıya tıklayarak o videoyu da izleyebilirsiniz.
13. ve 14. yüzyıllar arasında Avrupa’da beynin tanımını içeren ilk anatomi ders kitapları Mondino de Luzzi ve Guido da Vigevano tarafından yazılmıştır.
Guido da Vigevano İtalyan bir doktor ve mucitti. Askeri teçhizat kataloğu olan eskiz defteri “Texaurus regis Francie” ve diseksiyon, yani kadavra üzerinde yapılan parçalamanın resimli bir çalışması olan Anothomia Philippi Septimi eserleri Orta Çağ Avrupası ile ilgili bizlere bilgi veriyordu.
YineMondino de Luzzi Bologna’da yaşayan ve çalışan İtalyan bir doktor, anatomist ve cerrahi profesörüydü. İnsan kadavralarının halka açık diseksiyonunu yeniden başlatarak ve ilk modern anatomik metni yazarak bu alana ufuk açıcı katkılarda bulunduğu için sıklıkla anatominin restoratörü olarak anılır.
Zamanla tıp bilimi ile ilgilenen insanlar, Avrupa’da birlikler oluşturmuşlardır. Bunların en usta olanları İtalya’da bulunurdu. 14 ve 15. yüzyıllarda uzmanlaşmalar olmuştur. Örneğin Floransa loncası yani “Medici”ler önemlidir. Bunları eczacılar ve esnaflar oluşturmuştur. 1293 yılında 3 büyük alanda federasyon şeklinde gelişmişlerdir. Bunun içindeki medikal branşlar, üniversite eğitimi almış doktorlar tarafından kurulmuştur. Bazı İtalyan şehirlerinde ise “Doktor koleji” olarak da bilinen okullar, 13 ve 14. yüzyıllarda kurulmuştur. Bologna ve Padua gibi üniversite merkezlerinde bu tür tıp kolejlerinin üyeleri profesör ve ileri uzmanlardan oluşmaktaydı. Örneğin Venedik’te 1316 yılında bir doktor koleji vardı. Londra’da ise en erken 1518 yılında kurulmuştur.
Bir diğer Avrupa kenti İtalya’daki Salerno şehri, sağlık konusundaki öncülüğü elinde tutması nedeniyle “Civitas Hippocratica” yani “Hipokrat Şehri” unvanını dahi elinde bulundurmuştur. Bunun sebebi şehirde bulunan ve şifa kaynağı olan kaplıcalardır. Spa olarak bilinen bu tesisler Salerno’da daha 820’li yıllarda sağlık hizmeti veren bir kurum olarak varlığını devam ettirmekteydi. Doğu yani İslâm medeniyetinin gerisinde olsa da bir Tıp eğitimi vermeye yönelik gayreti olduğu söylenebilirdi. Tıbbın teorik olarak ilk ortaya çıkışı, güney merkezli olmak üzere İtalya’daki Salerno şehrinde olmuştur. Salerno’nun başarısı çeşitli kültürel yeniliklerden kaynaklanıyordu. Bunlardan bazıları şu şekilde sıralanabilirdi.
- Ansiklopedi, özel Tıp Literatürü ve teorik çerçevedeki pek çok Arapça metni Latinceye çevrilmiştir.
- Şüpheli noktaların çözümü ve metinlerin analizinde Tıbbın resmi akademik öğretimi ortaya çıkmıştır.
- Daha sistematik şekilde Tıbbi pratik yapılmıştır. Tıp okulunda Galen, Hipokrat, İbn Rüşd ve İbn Sina’nıın kitapları üç yıl boyunca okutulmuştur.
Bu sayede çeşitli nörobilim çalışma alanları oluşmuş gelecek yüzyıllarda tıp uzmanlık alanı olan nöroloji alanını oluşturacak nöron sistemleri, sinir sistemi ve sağlığı incelenecek şekilde çalışmalara hız verilmiştir. Ancak bu yeni dönem daha sonraki bir videomuzun konusu. Şimdilik bir videonun daha sonuna geldik. Videolarımızdan haberdar olmak için abone olmayı ve bizlere destek olmak için videoyu beğenmeyi unutmayın.